Murat Ülker yazdı: Her şeyin sonu mu?

Kişisel internet sitesinde yayımladığı yazılarıyla dikkat çeken Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, “Her şeyin sonu mu?” başlıklı yeni yazısıyla İsmet Berkan’ın ‘İnsanlığın kısa tarihi’ adlı kitabına dair yeni incelemesini okurlarıyla paylaştı.

Ülker, yazısında şu ifadelere yer verdi;

“Şimdi Nolacak?

Kısa İnsanlık Tarihi’nin (*) son bölümlerinde iklim krizi, gıda krizi, kapitalizmin ve insanın geleceğinden söz ediyoruz. Karamsarız!

Aydınlanma Çağı’nın düşünürleri için “İlerici” daha güzel bir gelecek inşa etmek isteyen, “Gerici” ise geçmişin kara günlerini geri getirmek isteyen, ilerlemeye direnen demekti. 19. yüzyılın büyük düşünürleri geleceği bilimde görüyorlardı. Bilim ve akıl hakim olacak, insanlar dinden ve onun baskısından kurtulacak, eşitlikçi ideal topluma ulaşılacaktı.

Ama 19. yüzyılın düşünürleri yanılmıştı: Bilim yükseldikçe dinin etkisi azalacak, hatta yok olacak, insanlar böylece “özgür” kalacaktı onlara göre, ama tam tersi oldu; dinî inanç da artık neredeyse Orta Çağ’daki kadar yaygın ve güçlü.

New age adı altında sınıflanan çeşitli inançlardan “mindfulness” gibi gösterişli isimler altında bir araya gelenlere, ayurvedik tıbba inananlardan dünyanın bir tepsi gibi düz olduğuna inananlara kadar onlarca, yüzlerce farklı inanç grubu ortaya çıkmış durumda ve daha da çıkıyor. Uzaylıların varlığına inanan ve takipçilerini sıkı bir disiplin altında tutan, pek çok ülkede örgütlü yeni bir din bile var; Scientology.

Ve din istismarı günümüzde siyasete yön veriyor. Siyasiler din istismarı yaparken kendileri avlandılar ve artık dindar olmaya mecbur oldular.

(Bu konuda Diyanet İşleri eski Başkanlarımızdan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu geçen ay bir yazı yayınladı. Onun linkini de buraya bırakıyorum. https://www.karar.com/guncel-haberler/prof-dr-ali-bardakoglu-muslumanlikta-itaat-kadar-itiraz-ve-isyan-ahlaki-1855093)

Bugün internet ve sosyal medyanın insanları birbirine yaklaştırmak ne kelime, aksine böldüğünü, bölünmeleri keskinleştirdiğini, eskiden marjinal olan şeyleri ana akım haline getirdiğini ve daha yaygınlaştırdığını, en önemlisi de “gerçek” denen şeyi yok ettiğini görüyoruz. Daha fazlasını aşağıda yazdım.

(*)Berkan, İ.(2023). İnsanlığın Kısa Tarihi, The Kitap Yayınları, ss.256.

Bilgi Çağı Devrimi, ilginç biçimde, ilk kurbanlarını daha zengin ülkelerden almaya başladı.

Şirketler üretim ekonomisinden çıkıp Bilgi ekonomisine geçmeye başladıklarında ilk işsiz kalanlar kendi vatandaşları oldu.

Bu durum zengin ülkelerde sosyal huzursuzlukları ve beraberinde siyasi düzene damga vuran rahatsızlıkları getirmeye başladı. Refahtan eskisi kadar pay alamama, emekli maaşının düşmesi, yaşam şartlarının zorlaşması gibi etkenlerin yanına fakir ülkelerden göç yağmuru eklenince, Aydınlanma Çağı’nın insana getirdiği kazanımların neredeyse tamamı riske girdi.

Korumacı güdülerle ulusal sınırların yeniden yükselmeye başlaması, geçmişte olduğu gibi bugünde, ülkeler arasında büyük gelir farkları yaratıp sonunda büyük bir savaşa yol açma riskini de artırıyor.

İklim Değişikliği Gerçek mi?

Sıcaklık artışı, dünyanın iklim dengelerini ister istemez değiştiriyor; okyanus akıntılarının rejimi değişiyor, daha fazla deniz suyu buharlaştığı için daha fazla aşırı iklim olayı, yani sellere ve toprak kaymalarına neden olabilecek büyüklükte yağışlar, fırtınalar, kasırgalar, yaşanıyor. İklim değişimi, dünyanın oldukça geniş bir bölgesini çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Çölleşme, yani tarımsal faaliyetin yapılamaması, yani bu bölgelerde yaşayan insanların açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalması söz konusu.

Bu göç hareketlerini daha da hızlandırıyor. Bu hızlanma, zengin ülkelerin zaten tehdit altındaki sosyal ve ekonomik düzenini de, siyasi düzenini de daha beter tehdit altına sokuyor. Dünyayı karamsar bir gelecek bekliyor. Bu arada Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) yayınında “iklim değişikliği yoktur” demeye gelen bir makalenin gündemde olduğunu da belirtelim.(https://10haber.net/bilim-teknoloji/turkiye-bilimler-akademisi-yayininda-iklim-degisikligi-yoktur-diye-makale-yazilmis-405321/)

Kapitalizmin Sonu mu?

Kapitalizm, kapitalin sürekli büyümesini, sürekli artmasını ister. Sermaye daha fazla satmak ve daha fazla kâr elde etmek ister, bu amaçla tüketimi de kamçılar.

Bu sebeple kapitalizm periyodik olarak ekonomik kriz çıkartmaya eğilimlidir. “Türev ürün” bankanın alacağına dayalı olarak piyasaya sürdüğü bir şey, alacakların türevi. Türevin türevi. Teorik olarak bu zincirin bir sonu yok. Zincir koptu. Dünyanın dört bir yanındaki finansal kurumları iflas noktasına getirdi.

Küreselleşme sermayenin ve malların serbestçe dolaşmasını öngörüyordu ama emeğe aynı serbestiyeti getirmiyordu. O yüzden sermaye, kuralların da gevşemesiyle kolayca daha ucuz emeğin olduğu ülkelere kaydı, üretimini buralarda yapmaya başladı. Bu da sermayenin sahibi olan ülkelerde yerel anlamda işsizlik oranlarının artmasına, orta sınıflarda ciddi refah kaybı yaşanmasına neden oldu.

Bugün “üretim aracı” öyle somut elle tutacağınız, işçinin grev yaptığında başına geçip durduracağı bir şey değil. Dünya çapında bir dev olan Google’ın veya Facebook’un üretim aracı karmaşık birer algoritmadan başka bir şey değil. Dünyanın en değerli şirketlerinden biri olan Amazon’un kazancının önemli bölümü “bulut servisleri”nden geliyor. Bilgi Çağı Devrimi işçiye ihtiyaç duymuyor. Bu da beraberinde çok sayıda sorunu getiriyor.

Demokrasinin Sonu mu?

Platon için özgür insanların yönetimi paylaşması anlamına gelen demokrasi olabilecek en kötü yönetim biçimlerinden biriydi ve kendi içinde taşıdığı çelişkiler yüzünden demokrasi de yozlaşmaya çok açıktı. Yöneticiler seçilmek için vatandaşlara tavizler verecekler ve sonunda sıradanlık hüküm sürecek, bunu da kaos izleyecekti.

Ona göre demokrasinin yarattığı kaos yüzünden günün birinde bir kişi “kurtarıcı” olarak çıkagelecek, başlangıçta gerçekten işleri düzeltse bile sonunda o da yozlaşacak, iktidarını korumak için acımasızlaşacak, yani tiran olacaktı.

Demokrasi dünyada zengin ülkelerin yönetim biçimiydi. Kapitalizmle demokrasi ilişkisi, refah artışının doğurduğu doğal sistemin adıydı, sistem refahı arttırıyor, refah artışı da demokrasiyi ve demokratik değerleri yüceltiyordu.

Ancak refah artışı ile demokrasi arasında var olduğu söylenen nedensellik ilişkisi bugün sorgulanıyor. Çin, hiçbir biçimde demokratik olmamasına, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda gayet keyfi hareket ediyor olmasına rağmen kapitalist bir ekonomiyi yerleştirmeyi ve halkına refah sunmayı başardı. Rusya hiçbir biçimde “liberal demokrasi” değil ama refah artışı yaratıyor.

Öte yandan, zengin Batı ülkeleri bir yandan Bilgi Çağı Devrimi’ne öncülük eder ve bu yeni ekonomiyle zenginleşirken, bir yandan da bu ülkelerdeki vatandaşlar refahlarını kaybediyorlar, işlerini kaybediyorlar, geleceklerinden endişe ediyorlar.

Yabancı düşmanı ve ekonomiyi içe kapatma politikalarıyla öne çıkan bu hareketlere zaman içinde “popülist”, “aşırı sağ” ve “neo-faşist” isimleri takılıyor. İlginç biçimde bu siyasi hareketlerin her biri kendi başına “milliyetçi” olsalar da aslında ulusal sınırları aşan bir siyasi hedef ve söylem paylaşımı içindeler.

Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve ayrımcılık normalleşiyor. Dünyada en büyük siyasi memnuniyetsizler sokak gösterileriyle memnuniyetsizliklerini art arda, her yerde gösterdiler. Sokak hareketleri bazı ülkelerde yönetimleri değiştirdi, bazı ülkelerde sonu iç savaşa varan önemli gelişmeler oldu, bazı ülkelerde çok büyük polis tepkisiyle karşılaşıp zaman içinde söndü gitti. Ortak bir özelliği; hepsi ne istemediğini biliyordu, ama ne istediğini bilmiyordu.

Gıda Krizi mi?

Mısır’da uzun yıllardan beri ülke ekonomisi Ordu’nun etrafında oluşturulmuş olan bir şirketler imparatorluğuna tabiydi. Bu şirketlerin, daha doğrusu Mısır’ın Genelkurmay Başkanı’nın kontrolü altındaki dolar miktarı Mısır Merkez Bankası’nın rezervlerinden daha fazlaydı.

Ordu, belki de Hüsnü Mübarek’in artık zamanının dolduğuna inandığı için, o yıl buğday ithalatına para vermedi. 2011in daha başında ekmek bulamaz hale gelen halk sokaklara döküldü. Sonrasını herkes biliyor, Hüsnü Mübarek devrildi, Mısır demokrasiye geçmek istedi, çok düşük katılımın olduğu seçimden Müslüman Kardeşler örgütü iktidar olarak çıktı. Bir süre sonra Mısır ordusu aynı şeyi Müslüman Kardeşler iktidarına karşı da yaptı, yine yiyecek sıkıntısı ve ona bağlı ayaklanma yaşandı, ordu bir darbe yaparak yönetimi tümüyle ele geçirdi, Müslüman Kardeşler’i de bütün lider kadrosuyla hapse attı.

Aynı yıl, yani 2011de Suriye’de de ayaklanma çıktı. Aslında bunlar başlangıçta barışçıl gösterilerdi ama Suriye yönetimi bu gösterileri bastırmak için silah kullanınca ülkedeki sokak gösterileri birkaç ay içinde iç savaşa doğru evrildi. Suriye halkını sokağa çıkartan şey açlıktı.

Bir milyondan fazla insanın canına mal olan iç savaş, hala devam ediyor. Bu yüzyıl içinde ciddi gıda krizleri yaşanmaya devam edecek. Kuzey Kore’de, Venezuela’da, Afrika’nın belli bölgelerinde, Ortadoğu’da, Myanmar’da, Hindistan’ın bazı bölgelerinde, Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’te kısmen gıda krizleri yaşanıyor zaten. Açlık çeken insanlar kitleler halinde başka yerlere göç etmeye çalışıyor. Dünya çapında yaşanan mülteci krizi ile açlık krizini birbirinden ayrı düşünmemek gerekiyor.

Asimov’un Gelecek Tahminleri Nedir?

Bilim kurgu, 20. Yüzyıla özgü bir edebiyat türü. İnsanları öldürmenin biçimi, romancısına göre değişmekle birlikte temel fikir aynıydı: Dünya nüfusunu azaltmak lazım.

Peki, tamam, lazım da, hangi insanları öldüreceğiz, kimlerin yaşamasına izin vereceğiz? Bu seçimleri kim, nasıl ve neye dayanarak yapacak? Romancıların veya sinemacıların öngörüleri, yani insanları öldürme veya ölüme terk etme öngörüleri pek gerçekleşebilir gibi durmuyor. Benim tahminim, insan sayısının ileride kendiliğinden azalacağı.

Beyin 2.0″a ve Oradan “İnsan 2.0″a Doğru

Kimliklerimizi kendimizin seçtiği yanılsamasına sahibiz (bir kısmını sahiden kendi irademizle seçeriz) ama aslında bu seçimlerin en kritik olanlarını ailemiz ve sosyal çevremiz bizim için yapar. Birkaç on yıl içinde beyni doğru biçimde okumanın da, beyne bilgi yazmanın da mümkün olabileceği bir döneme gireceğiz.

Beyninize takılabilen bir alıcı-verici sistem düşünün… Bu sistem aracılığıyla internete başka herhangi bir araç gerekmeden erişebildiğiniz gibi, bu alıcı-vericiye sahip insanlarla da sürekli iletişim halinde olabiliyor, onlarla ağzınızı açmanıza veya kaleminizi kullanmanıza gerek kalmadan haberleşebiliyorsunuz. Bu hayale “Beyin 2.0” adı veriliyor. Dediğim gibi, birkaç on yıl içinde bu hayalin gerçekleşmesi bekleniyor.

“Beyin 2.0” gerçekleşecek olursa, o zaman “kolektif bir insanlık”tan daha kolay söz edebileceğiz. Bugün dünya çapında bir ağa dönüşen internet, o “kolektif insanlık”ın omurgasını oluşturmaya başladı. Bir başka alana “biyo-medikal mühendislik” adı veriliyor.

Akıllı biyolojik ilaç geliştirmekten laboratuvar ortamında insan organı yaratmaya, takma uzuvlar yapmaktan başka şeylere kadar pek çok şey artık mümkün. Ve çok hızlı gelişmeler yaşanıyor. İnsanı ölümsüz yapmak belki mümkün değil ama bu gelişmelerle ömrü çok uzatmak mümkün olacak. “İnsan 2.0” ömrü uzamış, kısmen makinelerle birleşmiş, insanlığın bütün bilgi birikimine erişimi olan bir “üstün insan” mı olacak?!?

“Beyin 2.0” ve “İnsan 2.0” eğer insanlığın geleceğiyse, bu geleceğin sosyal düzeni nasıl olacak? “Siborg” uygarlığındaki gibi kolektif bir beyine mi evrileceğiz yoksa Cesur Yeni Dünya’da izini gördüğümüz türden bazı bireysellik taraftarlarının ortaya çıkmasıyla belirecek yeni bir çekişmeyi mi izleyeceğiz? Ama aynı anda hem kolektifin parçası hem de “birey” olabilir insan.

Bilgi Çağı Devriminde şimdilik bizi böyle bir belirsiz gelecek bekliyor. Ama unutmayın, geleceği biçimlendirecek olan da insanın kendisinden başkası değil.

Bu Macera Burada Biter mi?

Sonuçta Kısa İnsanlık tarihi kitabı, Türkiye’de doğup büyüyüp kendini “Batılı gibi” düşündüğünü zanneden biri tarafından yazılmış bir “Batı uygarlığı tarihi” oldu. Gerçekten Batılı birisi okusa ne düşünür acaba? diyor İ. Berkan. Halbuki tam aksi oldu, ben de okudum ve düşüncelerimi ekledim.

Determinizm ve pozitivizm düşünceleri de, Hegel’in diyalektiği de, Marx’ın diyalektik materyalizmi de sonuçta tarihin ileriyi, gelişmeyi emreden bir şey olduğuna inanan düşüncenin sonuçları. Bu düşünceleri savunanlara göre tarihin oku sadece ileriyi ve gelişmeyi göstermekle kalmıyor, bir de insanlığın ulaşacağı nihai bir aşama da olduğunu savunuyor.

Oysa ben tarihin okunun ileriyi gösterdiği kanısında değilim. Uygarlık ve teknoloji mutlak kazanımlar değil, aksine çok kolay kaybedilebilen şeyler. Güncel sayılabilecek bir örnek vereyim: 2003 yılındaki Amerikan işgali öncesinde Irak, evet feci bir diktatörlüktü, insan hakları yoktu falan ama belli seviyedeki bir uygarlıktı. En basitinden, Bağdat’ta veya Musul’da akşamları bir korku hissetmeden sokağa çıkabiliyor, bakkaldan ekmek alabiliyor, hastalanırsanız hastaneye gidebiliyordunuz. Bugün işgalin üzerinden onca zaman geçtiği halde bu basit şeylerin hiçbirine sahip değil Iraklılar. Oysa 2003 öncesinde de o ülkede o hizmetleri verenler onlardı. Ne oldu, toplu halde ne yaptıklarını mı unuttular ki bugün güvenliği olmayan, elektriği üretilmeyen, suyu akmayan, hastanelerinde doğru dürüst tedavi olunamayan bir yere dönüştü Irak? Üstelik artık “demokrasi” var, halk iktidarı oylarıyla belirliyor.

“Tarihselcilik” adı verilen anlayışa en ağır eleştirileri Avusturyalı bilim felsefecisi Karl Popper getirdi. Kendi yazdıklarıma bakınca, Popper’ın görüşlerinden bir hayli etkilendiğimi gördüm.

Popper’in tarih bilimi üzerine görüşleri özetle şöyledir: Olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper’in gösterdiği gerekçeler şunlardır:

1. Beşeri tarihin akışı, beşeri bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir.

2. Akli veya bilimsel metotlarla, bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz.

3. Bu sebeple, beşeri tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz.

4. Bu demektir ki, teorik bir tarihin yani teorik fiziğe tekabül eden bir tarihi sosyal bilimin imkânını reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz.

5. Bundan dolayı tarihselci metotların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik çökmektedir.

Bu durumda, Popper’e göre, örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez (https://tr.wikipedia.org/wiki/Karl_Popper).

Filistinli düşünür Edward W. Said, 1978de yayımladığı meşhur eseri Oryantalizm’de (Şarkiyatçılık) Batılı sömürgeci güçlerin kendi kendilerine bir “Doğu” imgesi yarattığını anlatır. Ancak mesele sadece Batılıların yarattığı ve gerçeği ifade etmekten çok uzak, birtakım önyargılara, ön kabullere ve Batı’nın Doğu’dan üstünlüğü fikrine dayalı bu imgeden ibaret değildir. Aynı sömürgeci güçlerin özellikle İslam ve Arap ülkelerinde kendilerine buldukları işbirlikçiler de bu imgeye inanırlar ve kendilerini, içlerinden çıktıkları toplumu bir Batılının bakış açısıyla eleştirirler. Toplumlar belli bir refaha eriştiği zaman birbirine benzer hale geliyordu.

Britanya kökenli tarihçi Niall Ferguson’un bir kitabında okudum. Sanayi Devrimi, evet, birkaç ülkede başlamış ve devam etmişti ama etkileri çok kısa sürede dünyanın dört bir yanına yayılmıştı. Bu etkilerden biri de, yerel giysilerin ortadan kalkması, onun yerine dünyanın her yerindeki insanların birbirine benzer biçimde giyinmeye başlaması olmuştu.

İnsan toplulukları iyilik ve güzellikleri değil nefreti hafızasında saklıyor, o nefretin sönmesine hiç izin vermiyor ve fırsatını bulduğunda nefretini de içinde saklamaktan vazgeçip dışa vuruyor.

“Tarihin doğal akışı” diye bir şey yok. İnsan yaşadığı her gün tarihe şu veya bu biçimde müdahale ediyor.

Elbette farklı farklı kültürler vardı ama “uygarlık” üç aşağı beş yukarı birbirine benziyordu çünkü Sanayi Devrimi sonrası bütün yerel kıyafetlerin ortadan kalkıp herkesin aynı tişört ve pantolonu giymesi gibi uygarlık için de bir standart oluşmuştu. Dünyanın dört bir yanında o standart kovalanıyordu artık.

“Modernizm” dediğimiz felsefe, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren biri içeriden diğeri dışarıdan iki büyük meydan okumayla karşı karşıya kaldı. İçeriden gelen meydan okumanın adı “postmodernizm”di. Postmodernizm, aynen modernizm gibi sanattan mimariye, siyasetten bilime kadar hayatın her alanında söz söylüyor.

Modernizmin sloganını yeniden hatırlatayım: özgürlük, eşitlik, kardeşlik.

Postmodernizm, burada “kardeşlik” kısmına itiraz etti. “Neden kardeş olalım ki!” dedi.

Kardeş olmadan da, özgür ve eşit bireyler olarak aynı potada eriyebilir, ortak bir “millet” duygusunu yaşayabiliriz?

Modernist felsefe açısından bireysel özgürlükleri garanti altına almayan, yasalarını toplumun bütün kesimlerinin temsil edildiği bir parlamentoda yapmayan, iktidarın serbest seçimler yoluyla el değiştirmediği ve iktidarın hesap verebilir olmadığı bir düzende “uygarlık” yarım kalır, gelişemez.

Ama işte Çin var. Demokrasiyle değil tek parti diktatörlüğüyle yönetiliyor. Kişisel hak ve özgürlükler son derece kısıtlı, yasalarını geniş katılımlı bir parlamento değil dar bir grup insan yapıyor, bir çeşit oligarşi ile yönetiliyor ve zaman zaman tiranlık olduğu izlenimi veriyor. Ama bütün bunlara rağmen dünyanın en büyük ekonomisi olmak üzere, bilimsel üretimde nefesini Amerika’nın ensesinde hissettiriyor.

Acaba başka bir uygarlık mümkün değil mi? Var olan uygarlık paketini başından beri orada ve sonsuza kadar da öyle kalacak diye düşünmek doğru mu?

Kısa İnsanlık Tarihi burada bitmedi, ileride son bir yazıyla bugüne varıp, geleceğe yönelik tahminleri ekleyeceğim. Bilgiyi paylaşmak, birlikte öğrenmek işte böyle bir şey.

Not: Açık kaynak niteliğindeki bu yazı yazar zikredilerek iktibas edilebilir. Telif gerektirmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir